Unutmadan Söylemeliyim: Öne Çıkanlar
Öne Çıkanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öne Çıkanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2022-03-21

Süt Alerjisi - Milk Allergy

Süt Alerjisi - Milk Allergy

 

süt alerjisi


Süt Alerjisi - Milk Allergy

Bu makalemde son dönemlerde oldukça sık karşılaştığımız Süt alerjisinden bahsetnek istiyorum sizlere.

İnek sütü alerjisinde vücudun bağışıklık sistemi devreye girer ve süt proteinlerine karşı ya alerji antikorları (IgE) üreterek yada iltihap hücrelerini aktif hale getirerek aşırı reaksiyon gösterir. Her süt proteini tükettiğinizde vücudun bağışıklık sistemi histamin gibi mediatörlerin salgılanması veya bir T - hücresi aracılı enflamatuar reaksiyonla alerjik tepki verir. İnek sütü alejisi genellikle çocukluk çağında en sık görülen gıda alerjisidir. Günümüzde bebeklere 1 yaşa kadar inek sütü önerilmiyor. Ancak; bebek inek sütü bazlı mamalar veya emziren annenin kendisinin aldığı süt vasıtasıyla, inek sütüyle temas edip alerjik reaksiyonlar  gösterebilmektedir. Bazen de belirtiler, 1 yaş sonrası süt içmeye başladığında ortaya çıkmaktadır.

İnek sütü alerjisi genellikle bebeklikte  özellikle ilk 6 ayda  başlar, ancak daha büyük çocuklarda da başlayabilmektedir. Süt alerjisiyle karşılaşan çocukların 100 bebekten 2-5’inde bulunmakta ve bir kısmı 2-3 yaşında bundan kurtulurken, bir kısmında ise ömür boyu devam etmektedir.  Hemen her yaşta bu alerji  ortaya çıkabilir. Ailede alerjik hastalıklar sık görülüyorsa, çocukta da risk ne yazık ki artıyor. Yetişkinlerde ise bir çok hasta rahatsızlık duymasına rağmen bunu her hangi bir alerjiye bağlamamaktadır. Oysa ki süt ve laktoz alerjisi, dünyadaki yetişkin insanların yüzde 50'sinde görülen ve en bilinen besin intoleransıdır.

İnek sütünde, süt alerjisi olanlarda reaksiyona neden olabilecek 25 adetten fazla farklı protein bulunmaktadır. Bir çok kimse proteinlerin bir çoğuna tepki gösterirler.


Keçi sütü anne sütüne en yakın süt olsada,  aynı şekilde Keçi sütünden elde edilmiş sütlerde de benzeri proteinler bulunmaktadır ve bu nedenle bir çok süt alerjisi olan kişiler diğer memeli hayvanların sütünden de uzak durmalıdırlar.

Annenin inek sütü ve ürünlerini tüketmesi inek sütü proteinlerinin emzirme suretiyle anne sütünden bebeğe geçmesine neden olabilir. Bu nedenle annenin de süt diyeti yapması gerekmektedir.

İnek sütü alerjisi, süt şekerinin yani laktozun sindirilmesinde bir azalma nedeniyle meydana gelen laktoz intoleransı ile karıştırılmamalıdır. Laktoz intoleransı, tatlı süt, keçi peyniri, dondurma ve krema gibi laktoz içeriği yüksek olan süt ürünleri yüksek miktarlarda tüketildiğinde karın ağrısı ve ishale neden olmaktadır. 

Peki İnek Sütü Alerjisinin Belirtileri Nelerdir?

Süt alerjisinde hangi belirtilerin oluşacağı oldukça bireyseldir. Bu belirtiler bazılarında hafif ve zararsız olurken bazılarında ise sütün en ufak miktarı dahi çok ağır alerjik reaksiyonlara neden olabilir. Mide ve bağırsak rahatsızlıkları oldukça sık görülürken ağız ve boğazda kaşıntı, mukozada şişkinlik ve solunum rahatsızlıkları aynı sıklıkta görülen belirtiler değildir. Ancak bu tür belirtiler oluşabilir ve özellikle de küçük çocuklarda görülür. 

Bunun dışında daha genel görünen belrtiler ise;  Huysuzluk, aşırı ağlamalar, Aşırı gaz sancısı, Kusma,  İshal- kanlı, mukuslu gaita görülebilir.  Kabızlık bazen ishale değil kabızlığa da yol açabilir, Ciltte döküntü, kaşıntı, Egzama, Gözlerde kaşıntı, Göz altlarında koyu renkli halkalar, Tekrarlayan hırıltı, öksürük, aksırık,burun akıntısı veya tıkanıklığı. Sık sık üst solunum yolu enfeksiyonu, orta kulak iltihabı, sinüzit, bronşit geçirme ve Büyüme geriliği görülebilir.  

Süt alerjisinde teşhis konması için doktorunuz ile birlikte vücutta inek sütü proteinene karşı antikorlar (IgE) üretilmiş mi diye iğne testi ve kan tahlilleri ile yapılır. Süt alerjisi olan herkes kan testlerinde pozitif sonuç göstermez ve bu durum özellikle kusma, ishal veya dışkıda kan gibi belirtiler gösteren bebeklerde geçerlidir. Belirtilerin süt yüzünden mi ortaya çıktığını kesin olarak belirlemenin tek yolu sütü beslenmenizden çıkarmak  yani vücudu bu besine karşı kapamak gerekir. Belirtiler kayboluyor mu diye bakılmalıdır. Eğer tam emin olunamıyorsa  sütü tekrar tüketmeye başlayıp belirtiler yeniden ortaya çıkıyor mu bakılması gerekiyor. Uzun süre süt içmeyen kişilerde alerjinin geçip geçmediğini değerlendirmek için kontrollü şekilde açarak  inek sütü provokasyonu yapılmalıdır. Eğer alerjik durum devam ediyorsa ömür boyu tüketmemek gerekmektedir. 

İnek sütü alerjisinde prognoz genellikle çok iyidir. Bir çok çocuk okula başlamadan alerjiden kurtulur. Non-IgE negatif alerji testleri, alerjisi olan bebeklere genellikle 0,5 – 1 yaşından sonra diyetine süt tekrar eklenebilir. Yetişkinlerde alerjinin ne kadar yaygın olduğu bilinmemektedir, fakat bu oranın nüfusun yüzde birinin oldukça altında olduğu tahmin edilmekle birlikte net bir bilgi yoktur. 

Süt proteini nerelerde bulunur? 

Yaygın olarak akla sadece süt, peynir, yoğurt, ayran  ve kefir gelmesine rağmen, Süt birçok hazır gıdalarda ve endüstriyel gıda ürünlerinde yer almaktadır. Bu nedenle, gıda ürünlerini satın alırken ürün etiketinde yazılı malzeme içeriklerini mutlaka okumanız çok önemlidir. Miktarı ne olursa olsun eğer bir ürün süt içeriyorsa üretici bunu ürünün etiketinde belirtmek zorundadır. Malzeme içerğinde  kullanılan ve süt proteininin üründe kullanıldığını belirten kelimelerin bazıları şunlardır: Gıda Kodeksi Yönetmeliğin Ek-1’inde yer alan 14 alerjen ya da intoleransa neden olan madde veya ürün belirtilmek zorundadır. Bileşen listesi bulundurma zorunluluğu bulunmayan gıdalarda alerji veya intoleransa yol açan madde veya ürün “…. içerir” şeklinde belirtilmelidir. Süt kaynaklı olduğu açık olan peynir, yoğurt, krema, tereyağı vb. Eğer bir gıdanın içerisindeki bir bileşenin ismi alerji veya intoleransa neden olan birmaddenin/ürünün ismini tek kelime içerisinde kısmen içeriyor ise (örn. süttozu)bileşenin adı tamamen vurgulanabileceği gibi yalnızca alerji veya intoleransa neden olan maddeye/ürüne atıfta bulunan kısmın vurgulanması da yeterlidir.  Süttozu şeklinde bildirimler uygun olarak kabul edilir.

Örneğin;

Sütlü çikolata (% X) [şeker, kakao yağı, tam yağlı süttozu, kakao kitlesi, emülgatör: lesitin (soya), aroma verici], tahıllı ve sütlü dolgu (% Y) [şeker,yağsız süttozu, bitkisel 12 yağ (palm), tahıllar (% Z) [arpa, pirinç, buğday, susuz süt yağı (sade yağ), emülgatör (soya lesitini), aroma verici. Taze krema,  kasein, kaseinat, laktalbumin, margarin.

Şeklinde belirtilmesi gerekmektedir.

Süt yerine neler kullanılabilir?

İçecekler: Küçük çocuklar (0-3 yaş) için eczaneden temin edilebilen hipoalerjenik bir takviye süt ürünü tavsiye edilmektedir. Daha büyük çocuklarda ve yetişkinlerde soya sütü, badem sütü, hindistan cevizi sütü, fındık sütü ve yulaf sütü gibi süt benzeri içecekler tüketmeleri tavsiye edilir. Bunların kalsiyum içeriği inek sütü ile aynıdır ancak bu içecekler genellikle daha az miktarlarda protein ve kalıntı maddeler içerir. Ayrıca Vegan olan süt içermeyen peynir ve çeşitleride kullanılabilir.

Eğer ailenizde alerji geçmişi varsa ve bu belirtilerden bazılarını gösteriyorsanız. bir doktor ile görüşüp teşhisi netleştirmenizi tavsiye ederim. Bir çok hastalıklarda erken teşhis ve çocuk yaşta olmak tedavi sürecini olumlu etkillemektedir. Her zaman söylediğim gibi mutlaka tükettiğiniz ürünlerin içeriklerini etiketlerinden mutlaka kontrol edin.

Hoşça, Dostça ve Sevgi ile Kalın

Arzu Boyacı

@muhendishanimingozunden




 

 




 


 


 


2021-07-01

Tehlike Güneşte mi? Yoksa Güneş Koruyucularında mı!?

Tehlike Güneşte mi? Yoksa Güneş Koruyucularında mı!?

 

güneş koruyucu

Tehlike Güneşte mı!? Yoksa Güneş Koruyucularında mı!?

Yaz döneminin popüler konusu güneş koruyucusu kremler. Eminim ki herkes kaç faktör olmalı hangi markayı alalım diye düşünüyor. Peki size güneş koruyucularının aslında sandığınız kadar masum olmadığını ve tehlikeli olduğunu söylesem.  30 faktör ile 50 faktör arasında koruyuculuk oranının sadece %1 fark ettiğini ve koruma faktörü arttıkça kimyasal oranının arttığını söylesem. Sanırım şu an herkesin dikkatini çektim ve kafanızda soru işareti belirdi.

Güneş koruyucu kremlerin içinde kullanılan maddeler konusunda benim kafamda uzun zamandır soru işaretleri vardı o yüzden aldığım koruyucuda neye dikkat ettiğimi de makalenin ilerleyen kısımlarında paylaşıcam. Yaklaşık 4 senedir, ilk güneşe çıktığım dönemde bir kaç gün koruyucu kullanıyorum sonrasında kullanmıyorum. Tabi bu koruyucunun da belli  şartları var benim için. Bugüne kadar hep bizi güneşten korkuttular ve korunmamızı söylediler. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar ile bunun aksi söylenmeye başlandı.

Hawaii'de oksibenzon ve oktinoksat içeren güneş koruyucularının yasaklandığını hiç duymuş muydunuz? Peki neden oksibenzon ve oktinoksat mercan resiflerine geri dönüşü olmayan zararlar vermesi. Vücudunuza sürdüğünüz koruyucu,  cildinizden akıp deniz suyuna karıştığında deniz yaşamını bile öldürüyor, balıklarda üreme sorunlarına neden oluyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. Sanırım şuan kafanızda bir şimşek daha çaktı.! 

Yapılan çalışmalar sonucunda, kimyasal güneş koruyucu kremlerde yaygın olarak kullanılan avobenzon, oksibenzon, oktokrilen, oktinoksat, benzofenon, homosalat gibi aktif maddelerin cilt tarafından emilerek vücuda nüfus ettiğini gösteriyor. Ve bazı durumlarda günlerce, hatta haftalarca vücutta  kalıyorlar. Bu kremleri bir defa sürmek bile zararlı kimyasalların kandaki seviyesini artırmak için yeterli. 

Çalışmanın bulgularına göre tek bir uygulamada kandaki oksibenzon konsantrasyonu FDA’in güvenli olarak belirlediği miktarın 180 katına çıkıyor. Güneş kremini dört gün düzenli olarak kullandığınız da ise kanınız da güvenli kabul edilen miktarın 500 katı oksibenzon dolaşıyor.! Yapılan araştırmalar sonucunda bu kimyasalların kısırlık yaptığına dair bulgular saptanmış ayrıca hamilelikte fetüse geçtiğini ve  anne sütüyle bebeğe aktarıldığı belirtiliyor. Reproductive Toxicology dergisinde yayımlanan bir çalışmaya göre, oksibenzon içeren güneş kremi kullanan hamile kadınların bebeklerinde Hirschsprung hastalığı riski artıyormuş. Amerikan Pediatri Derneği çocuklarda oksibenzon içeren güneş koruyucu kullanmamaları konusunda anneleri uyarıyor.   Yapılan araştırmalar sonucunda çoğu oksibenzon ve benzofenon üstüne odaklansa da, benzer endişeler kimyasal güneş koruyucularda kullanılan aktif içeriklerin tamamı için geçerli. Birkaç sene öncesine  kadar bu kimyasallar FDA’in “güvenli” listesinde yer alıyordu. Yüksek oranda kana karıştıklarının anlaşılmasıyla listeden çıkarıldılar. 

Peki biz ne kullanacağız dediğinizi duyar gibiyim. Doktorlar mineral bazlı koruyucu kullanılmasını tavsiye ediyor ki bende uzun zamandır tercih ediyorum. Çinko oksit (zinc oxide) ve titanyum dioksit (titanium dioxide) içeren mineral bazlı koruyucular güneş ışınlarını yansıtarak etki ediyorlar. Cilde nüfuz etmedikleri ve kana karışmadıkları için nispeten daha güvenlidirler.  Ayrıca bugüne kadar   Öğlen saatlerinde güneşten uzak durmamız, sabahları ve öğleden sonraları güneşe çıkmamız söylendi hep. Meğer bu da yanlışmış tam tersine, D vitamini rezervinizi doldurmak için güneş tam tepede olduğu zamanlarda, yani öğlen saatlerinde güneşlenmeniz gerekiyormuş. D vitamini, bu saatlerde gelen UVB ışınlarıyla sentezleniyor. Güneşin şifalı gücünden faydalanmak için sadece 20 dakika güneşlenmeniz yeterli oluyor. Fakat, güneşlenirken cildinize koruyucu herhangi bir krem ya da yağ sürmemeniz gerekiyor. Kimyasal güneş koruyucu kremler, yağlar hem toksik maddeler içerir hem de vücudunuzun D vitamini sentezlemesini önlüyor. Dikkat etmemiz gereken ise güneşlendikten sonra birkaç saat duş almamak. Duş alırken de vücudunuza sabun sürmeyin, sadece suyla durulanmaya özen gösterin. Böylece cilt yüzeyinde oluşan D vitamini akıp gitmez, vücuda nüfuz eder.
Bağımsız ve kâr amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşu Environmental Working Group (EWG) her sene  güvenli tüketim listesi yayınlıyor sizde buradan takip edebilirsiniz.

Hoşça, Dostça ve Sevgi ile Kalın
Arzu BOYACI
@muhendishanimingozunden 

2021-01-30

Doğanın da Hisleri Olduğunu Biliyor muydunuz?

Doğanın da Hisleri Olduğunu Biliyor muydunuz?



doğa çevre


Doğanın da Hisleri Olduğunu Biliyor muydunuz?


Okuduğum çok güzel bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Umarım siz de beğenirsiniz...

1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Clee Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi. Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü.

Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster. Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi. Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. İnanamadı Backster. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”.

İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık. Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler. Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu.

Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar. Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını.

Bir deney tasarladı. 6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı. Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı (galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster). Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. Ve Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı.

Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilimadamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. Sonuçlar akıl almaz. 
Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor. 
İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor.
Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor.
Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor.

Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler. Avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları.
Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor. 
Hani “Kirazlı Kaz Dağı değil” diyorlar ya, emin olun Kirazlı’da kesilen bir ağacın acısını sadece Kaz Dağlarında değil, Munzur’daki, Kuzey Ormanlarında ki, Salda’da ki, Toroslardaki ağaçlar da hissediyor. Bir gün biz de hissedeceğiz...

Kaynak: Bitkilerin Gizli Yaşamı, Peter Tompkins/Christopher Bird, 1973, Sungur Yayınları, Çev: Sulhi Dölek. Derleyen: 
Osman Kutlu ...
(Alıntıdır) 

Eminim ki bir çoğumuz evimizdeki çiçeklerimizle, bahçemizde çiçek ve ağaçlarımızla konuşuyoruzdur. Belki kırmızı bunu yaparken bilinçli, belki de yalnızlığımızı paylaşmak için. Ama burada ki en temel noktamız sevgi.
Doğayı sevin, sevin ki onlarda size sevgisini göstersin. Onlar yok olursa hayat damarlarımız da yok olmuş demektir.

Hoşça, Dosta ve Sevgi ile Kalın
Arzu BOYACI
@muhendishanimingozunden 

2018-06-21

SEÇİM!

SEÇİM!

nezaketi seç

Aklımız erdiğinden beri seçimler yapıyoruz şu hayatta. Çoğu zaman istemeye istemeye, sadece mecbur kaldığımız için. Aslında bıraksa yakamızı hayat, ne yardan geçebiliriz ne serden. Dondurmanın, tostun, sandviçin, kebabın karışığını seçeriz mesela. Birini tercih etmek güzel de diğerinden vazgeçmek durumu koyuyor insana. Keşke bütün seçimler sevdiğimizle sevmediğimiz arasında vereceğimiz karardan ibaret olsa. Ama olmuyor tabii. Sevdiğimiz iki şey arasında tercih yapmak zorunda kalınca başlıyor işin çilesi. De ki daha çok sevdiğini, daha az sevdiğine tercih ediyorsun. Böyleyken de ne olursa olsun arzu ettiğin bir şeyden vazgeçmiş olmuyor musun? Ya da tercih etmediğin, gün be gün daha güzel görünmüyor mu gözüne? 

Yüzlerce hatta binlerce seçim yapıyoruz şu hayatta. Ama bazı seçimler var ki sonucuna bir ömür katlanıyoruz. Hayat dediğin, tercihlerimizin önümüze sunduklarından ibaret değil mi zaten? Üniversiteye girmeden önce bölüm seçiyoruz mesela. Bu az iş midir? 17 yaşında, yaptığımız tercihle hayatımızın kalan kısmında gideceğimiz yolu çiziyoruz. Her zaman bir çıkış yolu muhakkak var ama kolay mı? Sonra iş seçiyoruz. Ömrümüzün en güzel zamanlarının büyük bölümünü geçireceğimiz işi yani. Bizim seçmemiz yetmiyor tabii. İşverenin de bizi seçmesi gerekiyor. Çoğu zaman mutsuz oluyoruz. İşinden memnun ne kadar insan var ki? Ekonomik durumu biraz toparladıktan sonra kalkıp eş seçiyoruz kendimize. O da bizi seçerse tutup evleniyoruz. Evlilik dile kolay ama bir insanın hayatında alacağı en büyük kararlardan biri. Hayatının kalanını birisiyle geçirmek için bir seçim yapmak ne kadar kolay olabilir ki? Öyle olsa bu kadar mutsuz evlilik, bu kadar boşanma olmazdı zaten.
Bazen geçeceğimiz, bazen de yıkacağımız köprüler çıkıyor karşımıza. Bazen yıkmamız gereken köprüden geçiyoruz mesela, bazense geçmemiz gereken köprüyü yıkıyoruz. Hiçbiri hayatın sonu değil evet. Hatta hayatımızın ta kendisi. Seçim kolay iş değil. Sonu muamma, geleceği sisli konular bir yana dursun, gün gibi apaçık önümüzde duran konularda bile ne hatalı seçimler yapıyoruz. Bazen kolay diye, bazen sırf bugünün işini yarına bırakmak için, bazen zoru sevdiğimizden, bazen güce taptığımızdan, bazen üzülmekten zevk aldığımızın farkında olmadan, bazen genetik mirasımızın anlamsız baskısıyla, bazen arkadaş çevremizin dayatmasıyla, bazen toplumsal normlara uymak için, bazen ahlaklı olmak için, bazen isyankar durmak için, bazen seve seve, bazen bile bile, bazen olduğumuz yerde kalmamak için, bazen bir adım bile atmamak için...

Aslında mutluluk, seçimlerimizin sonuçlarıyla yaşamayı bilmekten geçer. Yani uzun süreli bir pişmanlıktansa, başımıza gelenleri gülümseyerek kucaklamaktan bahsediyorum. Bizi, bugün olduğumuz insana dönüştüren hayattaki seçimlerimiz. Ne olursa olsun asla kaybetmeyelim umudumuzu. Çünkü hayat her zaman yeni seçim imkanları sunuyor önümüze. Geçtiğimiz yollardan tekrar da geçebiliriz, aldırmayalım. Bu kez yeni bir tat alırız belli mi olur? Daha önce dikkatimizi çekmeyen bir ağacı görürüz bu sefer belki. Ya da güneş bu kez daha çok güler yüzümüze. Bu kadar düşünecek bir şey yok sanırım. Ne seçersek seçelim çıkıyor bir yerlerden yaşamanın tadı. Ama yine de mümkünse güzelliği, doğruluğu, iyiliği, inceliği, saygıyı, sevgiyi, barışı seçelim.
Gökhan Dağıstanlı

2018-05-20

Dolar Neden Yükselir Neden Düşer?

Dolar Neden Yükselir Neden Düşer?

dolar neden yükselir

Son zamanlarda doların neden yükseldiğine ilişkin bir yazı: Anneye anlatır gibi…
Kısa bir tanımla adına dolar dediğimiz Amerikan parası, ABD merkez bankası (FED) tarafından basılan bir ödeme aracı. Dünyada ne kadar dolar olacağına FED karar verir. Nasıl bizim merkez bankamızın belirli hedefleri ve misyonları varsa (fiyat istikrarı en önceliklisi) FED’in de kendi öncelikleri ve tutturmak istedikleri hedefler var.
FED, kriz zamanlarında piyasayı canlandırmak, işsizliği azaltmak ve büyümeyi sağlamak için bir karar aldı ve piyasaya; “alın size bol bol dolar” dedi. Ama bu paranın faize gitmesini de engellemek istedi ve bu parayı faize koymayın diyerek faizleri de düşürdü (0 ila 0.25 aralığına). Gidin bu parayı harcayın, yatırım yapın, paradan para kazanın, vs. dedi. Bunları yaparken de hem büyürüz hem de bu dolarlarla yapılan yatırımlar büyük istihdam olanağı sağlayacak bu sayede de işsizlik azalacak gibi bir plan yaptı. Dolayısıyla, yıllarca piyasaya ucuzdan bol miktarda dolar saldı.
Peki, bu dolarlar nereye gitti? Altına gitti, kendi iç piyasasına gitti, başka ülkelere gitti, başka ülkelerin borsalarına girdi, vs. Bu başka ülkeler kimlerdi? Yabancı yatırımcıya ihtiyaç duyan ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, yani kısacası Türkiye gibi ülkeler. Haliyle bu para tabiri caiz ise yağdı Türkiye’ye. Oh mis gibi ucuzdan dolar. Yabancı elinde dolarla geldi Türkiye’ye, bozdurdu dolarını, TL ile borsaya girdi, TL’den faize koydu vesaire vesaire.
Peki yıllarca süren bu dolar sağanağında bizim ne yapmamız gerekiyordu ve ne yaptık?
Biz bu likiditeyi bulduğumuzda, dolar yağmurunun altında kaldığımızda yapmamız gereken şey; yapısal bir takım iyileştirmeler, uzun vadede bize para kazandıracak teknolojik gelişmeler ve “know-how” barındıran yatırımlardı. Böylece piyasada para kalmayınca, dolar yağmuru kesilince ürettiğimiz bu katma değerli ürünleri satabilir, ülkeyi büyütebilir ve orta gelir tuzağından sıyrılabilirdik. Eğitime, bilime, teknolojiye, bilişime, vs. yatırım yapmış olsaydık, bir Güney Kore gibi teknoloji üreten firmalarımız, bir Hindistan gibi uzay araştırmaları gerçekleştirecek bilimsel altyapımız falan olabilirdi.
Peki biz eğitimi imam hatip açmaktan, bilimi TÜBİTAK’ın başına hayvanat bahçesi müdürleri atamaktan ibaret zannedip, eğitim alanında iyileştirmeler, bilimsel çalışmalar, teknolojik yatırımlar yapmak yerine ne yaptık? Ev yaptık, gökdelen diktik, AVM yaptık, rezidans inşa ettik, vs. Kısacası deli gibi harcadık. Dolarları gömdük inşaata, gömdük lüks araçlara, gömdük başkasının akıllı telefonlarına, tabletlerine. Yahu bu ucuz likiditenin bir sonu olabilir diye düşünmedik hiç… Yani geleceği göremedik, anı en pis haliyle yaşadık. Tüketim toplumu ne demektir iliklerimize kadar hissettik.
Yıllar geçti ve 2013’e geldik. FED yeni bir açıklama yaptı ve dedi ki; “artık ucuz para devri bitti. İyi kötü yıllarca saçtığım paralarla ekonomim biraz düzeldi. Artık daha fazla para saçarsam bu sefer balonlar oluşur. Doları hak ettiği seviyeye yükselteceğim, faizleri artıracağım” yani bu sayede yine tasarruf oranları artsın istedi.
Bu kararı neden aldı?
Çünkü 1) Balonlar oluşabilirdi engellemek istiyordu 2) Tasarruf oranları artmalı sermaye toparlanmalıydı. 3) FED’in bilançosu trilyonlarca dolar oldu bunun bir sonu olmalıydı…
Sonuç olarak Gezi eylemlerinin hemen öncesinde, “tahvil alım programı” adı verilen ucuz para saçma politikasını durduracağını açıkladı. Bu bizim için ilk şok oldu. İnsanlar bu karara hemen tepki verdiler ve dolar yükselmeye başladı. Bu duruma hemen müdahale edemedi bizim merkez bankamız. Sonrasındaki süreçte siyasi gerginliklerle beraber beklentiler o kadar değişti ki dolar 2 liranın üzerini gördü. Bizim merkez bankası da el mahkum doları düşürmek için faizleri 4-5 puan artırmak zorunda kaldı.
Aslında faiz kötü, ürkütücü bir şey değildir. Ayarında, enflasyona uyumlu bir faiz iyidir. Çünkü sermaye toplanır, toplanan sermaye ile yatırım yapılabilir. Faiz bu açıdan iyidir, ama olmaması gereken ve mecburiyetten, istemeden yaptığın faiz artırımı kötü bir durumdur, çünkü faiz yüksek olursa insanlar borç almak istemezler. Borç almayınca da yatırım yapmazlar. Yatırım yapmazlarsa her sene iş gücüne katılan insanlar işsiz kalır. Ya da mesela ev, araç, vs. satın almamaya başlarlar. Eldeki evler, rezidanslar, AVM dükkanları, vs. elde patlar. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şu günlerde “faiz indir” diye kendini parçalamasının, işi merkez bankası başkanını hainlikle suçlamaya kadar vardırmasının sebebi kabaca budur.
Sonuç olarak, FED  en sonunda bu faizleri, yukarıda anlattığım sebeplerden ötürü, artıracağını ifade etti. Bu durumda neler oluyor bak:
-Yıllarca ucuz dolara alışmış ekonomiden yabancı elini çekmeye başlıyor. Yani yabancı diyor ki, “benim güvenilir merkez bankam da artık bana faiz vermeye başlayacak. Türkiye’de ne işim var artık benim?” Giderken haliyle beraberinde getirdiği dolarlarını da alıyor ve içeride dolar azalıyor.
-Eğer teknolojik gelişmeler yapmış olsaydık, “know-how” değeri olan ürünlerimiz olsaydı, vs. onları dışarı satar yine dolar bulurduk, ama biz doların bol olduğu zamanlarda o parayla ev yaptık, AVM yaptık, rezidans yaptık. Eğitime, teknolojiye, bilime, istihdama para yatırmadık. Şimdi şehirlerin en dışına yaptığımız güya ultra lüks betonları kimse almak istemiyor. Güney Kore gibi akıllı telefon, tablet, vb. bir şey üretebilseydik onları satar yolumuzu bulurduk ama şimdi “Penisium tower kulelerinden” evleri kim alsın, ne yapsın?
-Bu dönemde yaşanan bolluğu, sıcak para akışını, ekonominin bu sayede dirilmesini, bu sahte zenginliği hükümet hep kendinden bildi veya öyle bilinmesini istedi. Benim süper yeteneklerim ekonomiyi uçurdu zannetti ve halkımız da maalesef bunu yedi. Yaşadığı sahte zenginliği hep hükümetin bir başarısı olarak algıladı. Şimdi işler değişince de şaşırıp kaldı.
Ve son olarak diğer başka sebeplerde var elbette…
Petrolün yükselişiyle Türkiye’ye giren ve düşüşüyle Türkiye’den çıkan bir Arap sermayesi mevcut. Buna bir de yolsuzluğun yarattığı olumsuz etkiyi de ekleyebiliriz. Yolsuzluk iddiaları bile güveni sarsıp doların yükselmesine yol açıyor. Bütün bunlara şeffaf olmayışımız, ekonomik özgürlüklerde geldiğimiz nokta, vs. gibi sosyopolitik riskleri de ekleyebiliriz. Maalesef daha kötü günler bizi bekliyor.

2018-04-06

Karbon Ayak İzi Nedir?

Karbon Ayak İzi Nedir?

carbon foot print

Tüketim Alışkanlıklarının İzi

Karbon ayak izi, insan faaliyetlerinin doğada meydana getirdiği karbondioksit miktarıdır. Karbon ayak izi nedir? sorusunu detaylandıracak olursak, örneğin arabanız ile giderken motorun çalışması ile belli bir miktar karbondioksit açığa çıkıyor. Sadece araba için değil fosil yakıtların kullanılması ile açığa çıkan her türlü karbon salımı, karbon ayak izini oluşturuyor. Yiyecek veya diğer ürünleri alırken de bunların üretimi sırasında açığa çıkan karbona katkıda bulunmuş oluyorsunuz.
Karbon ayak izi nedir? Sorusunun cevabı aslında küresel ısınmaya sebep olan bütün aktivitelerin neden olduğu karbon salınımı ile açıklanıyor.
karbon tüketimi

Karbon Ayak İzi Nasıl Ölçülür?

Karbon ayak izi bütün karbon emisyonlarının toplamı olarak ifade ediliyor. Ne kadar karbon salınımına sebep olduğunuz hesaplanırken de günlük, aylık ve yıllık aktiviteleriniz hesaba katılıyor. Genelde yıllık olarak hesaplama yapılıyor. Karbon ayak izini ölçmenin en iyi yolu ne kadar fosil yakıt kullandığınızı ölçerek hesaplanabiliyor çünkü en büyük karbon ayak izine sebep olan etken fosil yakıtlar olarak öne çıkıyor.

İklim Değişikliği ve Karbon Ayak İzi

Küresel ısınmaya sebep olan sera gazlarının hepsi birden karbon ayak izini oluşturuyor. Bu gazlar da insanlığın doğal, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan tüm aktiviteler sebebi ile ortaya çıkıyor. Günümüzde karbon salımı için en büyük etken sanayi olarak biliniyor. Özellikle de plastiğin üretilmesi ve işlenmesi, en fazla karbon salınımına sebep olan etkenlerden.
Atıkların geri dönüşmemesi ve dünyaya kullandığımız kaynaklarını telafi etme şansını vermemiş olmamız da çok büyük bir çevre tahribatına sebep oluyor. Bunun etkilerinin sebebi büyük çaplı olurken aynı zamanda bir ürünü satın almak veya bir yaşam tarzını benimseyerek bireysel olarak da dünyaya zarar veriliyor.
Karbon ayak izine sebep olan etkenler arasında birincil yani doğrudan ve ikincil yani dolaylı sebepler bulunuyor. Bu iki etken aslında aynı tüketim döngüsü içinde yer alıyor. Bir plastik ürün aldığımızda bununla birincil derecede karbon ayak izine sebep oluyoruz. Ürünü almamızdaki ikincil etkiler ise ürünün üretim ve taşıma gibi süreçlerinde ortaya çıkan sonuçlar ile açıklanıyor. Ürünü almadan önce ham madde bölümünden başlayıp işlenmesine ve son tüketiciye kadar gelmesine kadarki süreç ile birlikte üretilen diğer ürünleri de düşününce karbon ayak izinin nasıl arttığı daha iyi anlaşılıyor.
karbon footprint
Arabanız ile bir yerden bir yere giderek karbon ayak izine olumsuz bir katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Bu sizin birincil katkınız oluyor. Arabanın üretilmesi sırasında açığa çıkan karbon ya da kullandığınız fosil yakıtların işlenmesi sırasındaki karbon salınımı daha büyük çapta bir etki olarak açığa çıkıyor. İkinci derece de karbon ayak izinin artmasına bu şekilde katılım sağlıyorsunuz.
Tarımsal üretim, hayvancılık, yapılaşma, orman ürünleri ve deniz ürünleri insanlık olarak ihtiyaçlarımızı karşılamak için bulunuyor. Karbon ayak izi nedir? Denince de bütün bu üretim alanlarında ortaya çıkan karbondioksit salınımını göz önünde bulunduruyoruz. Özellikle orman alanlarında yapılan uygulamalar karbon ayak izinin artışına sebep olurken telafisi de olmayacak bir yola girilmiş oluyor.
Şu anda dünyanın telafi edebileceğinin çok üzerinde bir tüketim çağında bulunuyoruz. Böyle giderse doğal kaynakların son bulması ve temiz tatlı su kaynaklarının hızlı bir şekilde yok olacağından bahsediliyor. Bunun olmaması için de hem hükümetlere hem de bireylere oldukça fazla sorumluluk düşüyor.
Karbon salınımına hem birincil hem de ikincil olarak katkıda bulunmamak için de bilinçlenmek ve duyarlılık gerekiyor.

2018-03-26

Yanından geçip gittiğimiz hayatlar..Düşündüğün kadar İyimisin?

Yanından geçip gittiğimiz hayatlar..Düşündüğün kadar İyimisin?

sorsan herkes iyidir

Bloga bu sıra yoğun şekilde duygu yüklediğimin farkındayım.. Mazur görün bu son diye söz veremicem ama bu başlangıç diye anlatacaklarım var, dinlermisiniz?

Sosyal sorumluluk adına neyi ne kadar yapıyorsunuz? Hangi taşın altına elinizi koydunuz yada koymaya niyetlendiniz bilmiyorum. Sağ elin yaptığını sol el bilmezmiş, dilerim siz dünyada fark yaratan şeyleri herkesten güzel  yapıyorsunuz ..

Ama yanından geçip gittiklerimiz var.

Bugün giderken içimiz birine takıldı. Yolun kenarında öylece oturmuş, o yağmur, o soğuk, o paramparça ayakkabılarla dilenci olmadığı her yerinden belli biri. İçine öyle çekilmiş, gözleri öyle dalmış, kafasından kimbilir hayal ettiği ne dünyalar geçiyor..

Konuşmak istememizle, iyiki dememiz arasında iki dakikalık mesafe kat ettik. Ben konuya 'hadi sana ayakkabı alalım' diye girdim. Teşekkür etti, ona ayakkabı getirecek biri varmış ve onu bekliyormuş, o gelecekmiş. Olsun! dedim. İkinci bir ayakkabının zararı yok. Teşekkür etti, ziyan olmasın dedi..

Yemek yiyelim dedim? Teşekkür etti..

Tamam çay içelim, sohbet ederiz dedim? Teşekkür etti..

Peki senin için ne yapabiliriz dedik? Cevap bizi yerle bir etti..

'Yanımdan geçen binlerce insan var ve bana hastaymışım, kirliymişim, çirkinmişim gibi davranıyor. Benimle konuşan kimse yok. Siz yanıma geldiniz, sohbet ettiniz, halimi sordunuz. Bu benim için bugünün en güzel yanı' dedi. Teşekkür etti...

Bu karşılaşmanın çok fazla ayrıntısı ve noktası var. Ama bugün aldığımız ders tek bir taneydi.

Düşündüğün kadar iyimisin?

Ben değilmişim kendi adıma bunu dürüstlükle söyleyebilirim.

Ne 351. ayakkabıya hayır demişim, nede bir gün şu mahalleyi bir dolaşıp elinden tutabileceğim yada bir yerinden bir şey yapabileceğim biri var mı diye merak etmişim. Sorsak hepimiz iyiyiz işte.

Bu hafta işi, aşkı, kişisel kavgalarınızı bir kenara bırakın. Kirli kıyafetlerin ardında tertemiz insanlar var ve sizin 'nasılsın' demeniz bile hayatlarında bir kapı açıcak belki de. Evet korkutucu gelebilir baştan belki ama bir dilenci ile gerçekten ihtiyacı olanı ayırmakta çok zor değil..

Daha bilinçli ve gerçekten iyi olduğumuz yarınlar dileği ile..

Alttaki videoyu izlemeniz tavsiyedir;

https://www.youtube.com/watch?v=TDmPcF5i5UA
G.

2018-03-18

Havada Bir Hinlik Var..

Havada Bir Hinlik Var..



Tarifi zor bazı şeylerin..

Daha ilk tadında bir eksiklik var.. Tuzu desen değil, karabiberi desen o da değil..

Ama bir yerde bir eksik var..

Askıda çok güzel olup, üstünde ya biraz bol, ya biraz dar, ya biraz bir şey işte. Ama senin kalıbın değil...

Kumaş mı, renk mi, desen mi..

Artık desen mi?

Sana göre değil..

İçinde kendini iyi hissedemiyorsun bir türlü, karşıdan bakınca ne muazzamdı halbuki.

Ve zorladığın her şey güzelliğini kaybedecek..

Çünkü beklentiler, bekleticek..

Seni de beklemişlerdi aynı duraklarda.

Bekletmiştin, belki geçerim şımarıklığında.

Sen geçmedin dün, o da gelmedi bugün.

Hayat hep adaletsiz olacak değil ya..

Soğuk bir duş, bir gece yarısı ağlaması, sonrası..

Sonrası özgürlük.

p.s: Bu yazıda yazarın dinlemenizi istediğiniz şarkı; https://www.youtube.com/watch?v=1WE22-4xF2s

G.


2018-02-01

Vazgeçmek Üzere misin?

Vazgeçmek Üzere misin?

daha son sözü söylemedi hayat

Bu yazım vazgeçmek üzere olanlara geldiği için vazgeçmek üzere değilseniz lütfen yazıyı dikkate almayınız:)

Evet şimdi karşındayım vazgeçmek üzere olan arkadaşım..

Hele ki katrilyonlarca websitesinin arasında bu yazıya denk gelipte okuyorsan emin ol bu yazıda evrenin sana bir türlü ulaştıramadığı o mesaj var..

Hani çoğu zaman aldığın ama umutsuzluktan bana öyle geliyor heralde dediğin mesaj var ya. Evet o! 

Sana öyle gelmiyor o gerçekten de o!

Konu ne bilmiyorum ama bende vazgeçmek üzereydim hemde daha birkaç hafta öncesine kadar..

Benimde karşıma beylik beylik konuşanlar çıktı. Küçümseyen gözlerle bakanlar.

Hani sana yardım ediyormuş gibi gözüküpte daha çok alt üst edenler var ya evet onlar.

Evet bende gülümsedim, içimden cazır cazır sesler geliyordu o sırada. Hatta yürürken ağladım. Çok ağladım. Bende senin gibi bir iki kişiye söyledim ağladığımı hatta bazılarını hiç söylemedim.

Baktım bir eksiğim de yok. Doğduğumdan beri de ‘iyi olmaya’ uğraşmışım. Kıymet bilinmiş, bilinmemiş, nankörlük edilmiş, edilmemiş orasında bile değildim senin gibi.

‘Artık olsun!’ kısmındaydım.

Google’a en etkili dua, mantra, dörtlük, mısra vb. permütasyon kombinasyonları bile yazdım. Yine olmadı!

Ama yine dua ettim, yine küstüm, yine barıştım. Ama vazgeçmeye yakın bir noktada gezindiğimi biliyordum senin gibi. Sadece o anı kestiremiyordum.

Bende uzaktan oturup kendime baktım binlerce kez, ne çok yargıladım, ne çok üstüne gittim, ne çok hırpaladım! Var olan tüm güzelliklere ‘Hayır yeterli değilsiniz!’ diye bağırmışlığım bile var.

Olmayacak dedim, yok olmuyor, evet komşu kızı yapmış, evet el oğlu başarmış, evet evet bilmem kim bilmem nerelere varmışta ben hala yolun ortasında kalakalmış..

Bişey söyliyim mi?

Olucak!

Çünkü zaten oluyor! Çünkü o bilmem kim ve sana ego kusan bilmem ne de atomu parçalamamıştı. 

Senden o kadar farkı yok ki, farksızlığını belli etmemek için o içini acıttı.

Ama şimdi sen vazgeçersen hak etmeyen biri kazanıcak! O yüzden sen ne yapmış olursan ol, hatalarını, güzelliklerini, umutlarını al yanına hepsine sahip çık.

Bugün olmadı değil, Bugün zamanı değil. Olmadı. Çünkü daha güzeli olucak.

Bunları sana motivasyon satırı olsun diye yazmadım. Evet bu mesaj sana. Ve bu gerçek.

Yarınlar var. Yarın varsa umut var. Nefes alıyorsan senin için yazılmış bir plan hala var.

Ne olur kendinden vazgeçme olur mu?

Ne dediğimi bugün anlamazsanda yarın anlayacaksın J

Yarının bugünden kutlu olsun!


G.

2018-01-15

Issız Adamlar ve Hayatta Kalma Rehberi

Issız Adamlar ve Hayatta Kalma Rehberi


Kadınlar, çıtır hatunlar, bekar anneler, ey Romalılar!
Devasa bir masa hayal edin. Bir sürü kadın. Bazıları ağlıyor sinirden, bazısının gözünden yaşlar geliyor gülmekten. Acı çeken de var, bir türlü ayrılamayan da. Bir sürü kadın, hepsini iyi tanıyorum. Kimileri Whatsapp’ta kaynattığımız arkadaşlarım, kimilerinin ilişkisine birebir her aşamada şahidim, kimi genç benden, kimi değil, kimi boşanmış, kimi boşanmakta, kimi hiç evlenmemiş. Bazen birkaçımız birlikte konuşuyoruz, bazen ayrı ayrı. Ama masaya yatırdığımız mevzu son zamanlarda hep aynı; ıssız adamlar!
Sabaha uzayan gecelerde, dertleşmelerde, gözyaşlarında konunun gelip dayandığı bir nokta hep aynı adam tipi. Sinirden koltuk kemirme isteğiyle sabahladığım bu gece sanırım tam da vaktidir bu satırların. Hem bahar aylarından mütevellit iyi niyetle pırpır akıyorsunuz ya hayata, sizi bekleyen tehlikeleri de bilin istiyorum. Tüm sohbetlerden çıkardığımız dersleri özet geçiyorum.
En baştan başlayalım… Öncelikle “benim bağlanma sorunum var” sahiden çok tipik, çok kilit bir ifade. Yıllar içinde “şimdi biz neyiz?” diye soran kadın cümlesi bile azalarak bitti, bu artarak geliyor! Bu cümle bir işaret. Gebelikteki detaylı ultrason ve kromozom sayımı gibi. Kromozom eksikliği var ve bunun değişmesi imkansız. Lütfen bunun gerçek olduğuna inanın ve olay mahallini terk edin. Annesiyle kuramadığı o bağ yüzünden size acı çektirecek; gerek yok.
Bu adamları “bana hesap sorma, lütfen ben gelemem öyle şeylere hörörörö” muhabbetinden de tanıyabilirsiniz. Ne bu genişlik? Hesap sormayacağım ama bilmek isteyeceğim, elbette. Sen de saygılı bir yetişkin gibi doğallıkla anlatıyor olacaksın, çünkü yaşamı paylaşmak bunu gerektirir. Hikaye takibi ve ilgilendiğiniz için sorduğunuz minik sorulara bile huysuzlanmalarına başta kırılsanız da sonra anlamlandıracaksınız. Dört ayaklıların işeyerek sınırını belirlemesi gibi bir davranış bu. Bazı şeylerin sınır ihlali olmadığını, sadece ilgilenmek olduğunu anlayamayacak kadar az gelişmiş, yapacak bir şey yok.

Saatlerce süren sessizlikler… Yazınca yazmamak, aradığında hemen açmamak, bazen saatler sonra hiçbir şey olmamış geri dönmek. Küçücük beyinleri ve daha ondan küçük ve hayatlarına yön veren bir başka organlarıyla strateji geliştiriyorlar. Kıyamam. Yazışmanın ortasında susuveriyor, sense ekrana bakakalıp dakikalar sonra “bize ayrılan sürenin sonuna geldik” diyorsun. Espri yapmaya başladıysan durum fena, acı çekmeye de başladın demektir. Sonra kendi sersemliğine gözlerin doluyor.
Bilimsellerin ambivalans dediği; biz sıradan ölümlülerin “gelgit” dediği o akış. Sen tam yakayı sıyıracaksın bir hoşluk yapıyor. Tam tokadı patlatmak istediğin an öpüveriyor gibi. Yataktan en güçlü uyanıp onu terk etmeye karar verdiğin bir sabah, sana birlikte tatil yapmayı falan teklif edebiliyor. O minicik şefkat kırıntısına tav oluveriyorsun, ama hep aynı noktaya varıyor olay. Yapma evladım.
Kimisi çok net; “seni çok seviyorum, ama bir ilişkiye hazır değilim.” Anlamadım? Otuzların sonlarındasın, ne zaman hazır olursun küçük dostum? “Anladım” deyip susmanın en harika yanıt olacağı anlardan biri.
Hastasınız mesela. İşyerinizde ciddi bir sorunla baş ediyorsunuz. Bir şey oldu. Kendi evreninizde bir kriz. Aranmak istiyorsunuz. Aslında o kadar beklentiniz düşük ki; sadece aranmak istiyorsunuz. İhtiyacınızı görsün, bakımınızı sağlasın, sorununuzu çözsün bile değil. Dizi izlerken dahi bir sonraki bölümde ne olduğunu merak ettiğinden, sezon sezon indirip izleyen adamımı bazal bir merakla bile olsa “ne yaptın, nasılsın?” diye sormasını istiyorsunuz. Adamımız düşünüyor ve tüm kayıtsızlığıyla sessiz kalıyor. Emin olun, her ne istiyorsanız, tam olarak onu vermeyecekti zaten. Tabii ki aramıyor!
Bir ilişkiyi oluşturan minik rutinleri, aramaları, ortak planları, ya da en basitinden “günaydın” ve “iyi geceler”i mesela onlar başlatmış ve oturtmuş olabilir. Siz tüm sevecen uzlaşmacılığınızla akıp gitmiş olabilirsiniz. Kendi dertlerinizi, travmalarınızı, duvarlarınızı usulca bir yana koyarak. Hepsinden azade yepyeni bir deftere başlayarak. Buraya kadar güzel… Yine de bütün dengesizlikleriyle sahiden en savunmasız ve güvende hissettiğiniz bir anda aşırı üslupsuz, uzak, kaba ve katı bir cümleyi kalbinizin ortasına da bırakabilirler. Çünkü böyle. Nedeni yok. Öyle far tutulmuş tavşan gibi kocaman gözlerle bakakalıp olduğunuz yeri terk etmek isteyecek, edemeyeceksiniz. Yapamayacağınızdan değil, sadece o kadar hızlı hareket etmediğinizden. Neden peki? Hatırlayalım; kromozom bozukluğu.
En büyük ortak özellikleri, birlikteyken çok eğlenceliler. Zaman geçirmek, sohbetler, her bir ayrıntı çok eğlenceli ve su gibi akıyor. O yuvarlak masalarda birbirimizin sözünü keserek kadın kadına yaptığımız analizlerde hep bu noktada takıldık; “ama bir aradayken çok şahane…” Yani? Adamın sorunu da zaten tam olarak bu. Anda kalamamak değil, bağ kuramamak. İlgi alanları, becerileri, bakışları çok size hitap edecek. Ama mesele bu değil. Gerçekten değil. Çünkü o sizin ışıklı dünyanız zaten.
Hitaplara takılmak ayrı bir komedi. Sevgilim, bebeğim diyemiyor olduğu gibi; “aşkım”a alerji duyabilir. Siz bu kelimeyi kullandığınızda pembe nişan tepsinizi hayal ettiğinizi falan sanıyor gibi bir refleksle buzdağı kesiliyor. Hayır, normal değil. Hayır, geçmiş travmalarını size aktarma hakkı yok ve hayır, bir gün düzelmeyecek. Sizin kurumsal bir ifade katmadan kullandığınız sevgi hitaplarının havada kalması elbette zamanla ağır gelecek. Unutmayın, bir manastırda kemale ermeye uğraşan bir derviş değil, sahici bir kadınsınız. Her saygısızlığı da olgunlukla kabul edip devam etmeniz gerekmiyor. Bu düzeyde affedicilik ve sabır ancak tuvalet eğitimi veren bir anneyseniz işe yarıyor.

Bu türde başlayan ilişkileri inatla sürdüren hatunlardan aldığım bilgiye dayanarak; genellikle çok eşli takıldıklarını da eklemem gerekiyor. İnsan zaten neden bir tek kişiye bağlanmaktan kaçınır ki? Sonra hayal kırıklığına uğramayın, üstelik yüzüne vurduğunuzda hiçbir şey söylemenize izin vermeyecek, unuttunuz mu “siz zaten sevgili değildiniz ki?!” Onun anladığı türden “flört”ün yazılı olmayan kanunlarına göre hiçbir kabahati yok.
Yoğunluk girdaplarında kaybolmak. Adamlar hep yoğun, hep yoğun, hep yoğun. Siz tek başınıza birkaç çocuk, aileyle ev paylaşmak, okul, yaşam, ev, iş falan idare edebilirken saçlarınızı da onun sevdiği gibi yapmaya zaman ayırıyor olabilirsiniz. Uzmanlar diyor ki; bu “yoğunluk” oyunu da, ilişki kurmasını engelleyen bilinçdışı bir seçim. Çok çalışmak ya da hayatını olgun bir ilişkiye uygun hale bir türlü getirememek. Bu da yine aynı sebeple geliştirdiği kendine sabote etme halleri. Yani düzelmeyecek. Çünkü zaten bu durumun doğrudan olarak sizinle ilgisi yok. Bağlanma stili derin bir hikaye. Keşke sadece bizimle ilgili olsaymış olsaymış, ama değil.
Şunu kabul edelim hemşireler, bu ve daha birçok türdeki adam; değişmiyor. Sizin sağlıklı, net, berrak bağlar kurmanız demek aynı geri dönüşü alacağınız anlamına gelmiyor. Çok sağlıklı davranarak, sağlıksız bağlanan birini değiştiremezsiniz. Yeterince emek vermeniz demek karşınızdakinin bu emeği boşa çıkarma hakkı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bazen sorunu kendinizde aramanız gerçekten gereksiz.
Ve rica ediyorum, birinin bunu o adama söylemesi lazım. “Aynı filmi milyarıncı kez, üstelik toplu gösterimde izlemek sahiden eğlenceli değil, sen de zannettiğin kadar özel ve biricik olmuyorsun bu durumda bayım” gibi bir şeyler söylemek lazım. Ya da kısa; “ıssız adamsın, git.” Bu sohbeti yaptığımız masadaki bir arkadaşım artık laf anlatmaya üşendiğini, doğrudan telefonundan engellediğini bile söyledi. Nasıl isterseniz. Ben öğretmen refleksimle söylemenizden yanayım, çünkü muhtemelen bunu yaşam içinde birkaç kez daha duyacak. Belki değişir. (bkz: zararlı umut)
Filmin sonu belli. Bu emeği yeni bir dil öğrenmeye, bir çocuk büyütmeye, bir evcil hayvan edinmeye, iş hayatınızda gelişmeye harcamanız daha rasyonel. Bu kadar çabaya zaten adamlar madalya takmıyor. O yüzden derhal odak değiştirmekte fayda var.
Teselli şu ki; işte tüm bunlar anı olup anlatılıyor. Moda’da Çikolata Dükkanı’nda “Asuman” kaşıklarken, gelen peçeteyle burnunun direği sızlayıveriyor. Sonra kendi haline gülüyorsun. Evet, gülmeye başladıysan acı da başlamış olmalı. Bir yaz akşamı balkonda kah gülüp kah ağlarken, üst üste sigaralar yakarken çenen ağrıyana dek anlatıyorsun.
Bazı anlar var ki kahkahadan boğuluyorsun. Bazen de hıçkırarak ağlıyorsun. Çünkü bu adamlardan birine fena tutulmuşsun, belki bağlanmak istemişsin. Oluyor işte… Hiç değilse hoş anların küllenmesi zaman alıyor. Burnunun ucuna bir sızı daha ekliyorsun, bir şiirin daha üstünü çiziyorsun. Çünkü ıssız olmayan taraf olarak kalbi anlamlar yüklemişsin yürüdüğünüz o yola, büyüttüğünüz çiçeğe… Ama işte günün sonunda; anı olup anlatılıyor, yani geçiyor. Her şey gibi.
Ve ayrıca sizi bilmem ama benim kişisel yolum, aynı saflığı korumakta ısrar. Ben böyleyim, bu kırılganlığımı koruyacağım. Değişmek zorunda kalmak istemiyorum. Sevgi ve aidiyete layık olduğumu biliyorum. Yine içimden geldiğinde; “seni seviyorum” demekten yana olacağım, kim daha önce söylüyor hesaplamadan… İlişkilerin bu yeni dünya düzenine ayak uydurmayacağım. Ben “organik” kalacağım. Düz, berrak ve sahici. Gerçekten hiçbir garanti beklemeden, tüm kalbimle sevme işine devam edeceğim. Çünkü ben böyleyim.
Ve artık biliyorum; 47 kedimle tek başıma yaşlanmayacağım. Aksine balkonda gazete okurken hala çekici ve huysuz bulduğum sevgilimle konuşurken, çiçekli elbisemle pazara inip akşam gelecek torunlarıma kızartmalık patlıcan almak tek derdim olacak. Gözlüklerinin üzerinden çapkın bakacak bana, sonra bulmacasına dönecek. Saçlarımı taramayı seven bir adamla, Pera’da el ele falan yürüyeceğim, güvenli uykulara bırakacağım kendimi. O hiç kaybetmeyen, ağlamayan ama ağlatan kadınlardan, hesap ödeten, pahalı hediyeler aldıran kadınlardan değil de, bir masala yelkenlerini indiren, hayatın anlamını hala kitaplarda arayan, her güzel anda ışıkları ve gölgeleri takip eden kadın olarak kalacağım.
Ayrıca tüm bu cesaret, kırılganlık ve sahicilik gerçekten yaşadığım, soluk aldığım ve insan olduğum anlamına geliyor. İyi ki yaşıyorum, iyi ki bahar ve iyi ki baharda açan çiçekler var! Aradaki devedikenlerine dikkat edeceğiz, hepsi bu kadar!
Ebrar Güldemler

2018-01-10

2018 REÇETESİ

2018 REÇETESİ

Sabah uyanınca en sevdiğin müziği aç. En sevdiğin müzik her gün değişsin.
Kahvaltısız güne başlama.
Esnafa günaydın de. Esnafa günaydın diyebileceğin bir yerde yaşa.
İşini severek yapmaya çalışma. Kendini sevdiğin için işini iyi yap. Hepimiz sevdiği işi yapacak kadar şanslı olmayabiliriz, bunu kabullen.
Herkesle iyi anlaşmaya çalışma. En doğru kişi olma.
Hatalarını kabul et. Kendine yalan söyleme.
Kendini öv. Kendini, kendine öv.
Etrafında sürekli kendini/çocuğunu/anne-babasını öven varsa, gülümseyerek karşıla. Bırak tatmin olsun. Düştüğü komik durumu aklında tut, ibret al.
Sana hoşuna gitmeyecek bir şeyler söylendiğinde ya orada cevabını ver ya da sonsuza kadar bu konuyu aklından çıkar. Eve gelip de “Nasıl böyle konuşur?” diye hayıflanma.
Söyleyeceklerin karşındakinin hoşuna gitmeyecekse, söyleme.
Astsan, üstünün söylediklerine “Tabii efendim” demeyi huy edinme. Üstsen, astının sana karşı çıkmasına izin ver. İlerlemenin yolunu aç.
İşyerinde yazdığın her e-maili “sevgiler” ile bitir.
Egonu bir kenara bırak artık.
Çayını, kahveni günün seni en iyi hissettirecek unsuru olarak düşün. Mutluluğu kolaylaştır.


pencereden manzara

Arabesk dinle. Böğründen söyle, kederini at.
Planlı ol. Ne zaman ne yapacağını bil. Anlık değişikliklere de açık ol.
Vazgeçmek bir tercihtir, buna canını sıkma. Vazgeçmeyi bil.
Kibar ol.
Bas küfrü.
“Nasılsın?” diye sorduğunda cevabı dinle.
“Nasılsın?” diye sorulduğunda “İyiyim” diye gerçekten söyle.
Kötü olmayı zayıflık zannetme. İyileşmeye çalışmamak ile baş etmeye çalış.
Bir sorun varsa; çözmeye odaklan, saklamaya değil.
Hassas ol. Duygularını çöpe atma.
Denizi izle.
Her şeyi sadece sen bilmiyorsun. Başkalarından öğrenmeye açık ol.
Bulunduğun mesleki konumu karakterinin üzerine koyma.
Yavaşla.
Gündemi yakından takip et. Magazin de izle.
Doğum gününü çılgınca kutla.
Fotoğraf çektirirken rol yap.
Instagram story’lerinde şov yap.
Başkalarını takdir et.
Korkun hayatını kısıtlıyorsa onun üzerine git ve çöz. Ama basit seviyedeyse, kork gitsin.
Evlenmek istiyorsan, evlen. Evlilikten uzak durmak istiyorsan, uzak dur.
Kimseye evlen deme. Kimseye evlenme deme.
Kimseye çocuk ne zaman diye sorma.
Müzik duyarsan kendini ritme kaptır. Sokağın ortasında da olsan...
Küçük bir çocuk görürsen onunla iletişim kur.
Bağırarak, makamıyla şarkı söyle. Sesin kötü de olsa söyle.
Olumsuzlukları kabul et.
Affet. Başkalarını ve kendini.
Her zaman gülemiyoruz, her zaman da ağlayamıyoruz. İkisiyle beraber yuvarlanıp gideceğiz. Bunu unutma.
Sevgiler!